b) CHP’nin Üçüncü Büyük Kurultayı: İlkeler, Kemalizm
Kurultay, Genel Başkanın nutku ile 10 Mayıs 1931’de çalışmalarına başladı. Gazi, “tartışmaların feyizli sonuçlar verebilmesi için, herkesin kayıtsız şartsız konuşmasını ve eleştirilere hoşgörü gösterilmesini istedi.” 10-17 Mayıs arasında devam eden çalışmalarda parti için sekiz bölümden oluşan yeni bir program yapıldı. Sekiz bölümden oluşan programın ilk iki bölümünde, parti programının esasları ve CHP’nin ana nitelikleri belirtilmekteydi. Partinin dayandığı ilkeler Gazi’nin seçim beyannamesinde belirttiği gibi, Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Laiklik ve İnkilâpçılık olarak kabul edilmiştir. CHP’nin altı okla şekillendirdiği bu ilkeler birbirlerini tamamlayan bir bütün olarak Kemalizm olarak tanımlanmış olup günümüzde Atatürkçülük olarak isimlendirilmektedir.
Aslında bu ilkeler Devletçilik hariç, TBMM’nin açılışından, incelenen 1931’e kadar geçen süreç içinde uygulanmaktaydı. Bunlardan sadece Devletçilik ilkesi, 1929-1930 ekonomik krizinin doğal sonucu olarak gündeme gelmişti.
Programın ana vasıfları olarak, Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Laiklik ve İnkilâpçılık’tan oluştuğu belirtildikten sonra şu açıklayıcı bilgiler verilmektedir:
“A- Parti, Cumhuriyetin, milli egemenlik ülküsünü en iyi en emin surette temsil ve tatbik eden devlet şekli olduğuna kanidir. Parti bu sarsılmaz kanaatla cumhuriyeti tehlikeye karşı her vasıta ile savunur.
B- Parti ilerleme ve gelişme yolunda ve milletlerarası ilişkilerde bütün çağdaş milletlere paralel ve onlarla bir ahenkte yürümekle beraber, Türk toplumunun karakter özelliklerini ve başlı başına bağımsız kimliğini korumayı esas sayar.
C- Hakimiyeten kaynağı millettir... Kanunlar önünde mutlak bir eşitlik ve hiç bir ferde, hiç bir aileye, hiç bir sınıfa, hiç bir cemaata ayrıcalık tanımayan, fertleri halktan ve halkçı kabul ederiz.
D- Ferdî mesai ve faaliyeti esas tutmakla beraber mümkün olduğu kadar az zamanda milleti refaha, memleketi mamuriyete eriştirmek için milletin umumî ve yüksek menfaatlerinin icap ettirdiği işlerde, bilhassa iktisadî sahada, devleti fiilen alakadar etmek mühim esaslarımızdandır.
E- Parti devlet idaresinde bütün kanunların, nizamların ve usullerin ilim ve fenlerin çağdaş medeniyete temin ettiği esas ve şekillere ve dünya ihtiyaçlarına göre yapılmasını ve tatbik edilmesini prensip kabul etmiştir.
Din telâkkisi vicdanî olduğundan parti, din fikirlerini devlet ve dünya işlerinden ve siyasetten ayrı tutmayı milletimizin çağdaş ilerlemede başlıca muvaffakiyet sebebi sayar.
F- Parti, milletimizin bir çok fedakârlıklarla yaptığı inkilâplardan doğan ve inkişaf eden prensiplere sadık kalmayı ve onları müdafaa etmeyi esas tutar.”423a
10 Mayıs 1931’de CHP’nin 3. kurultayında kabul edilen esaslar ve ana niteliklerin birinci bölümünü oluşturan bu esasların yanı sıra, ikinci kısımda, Türkiye Cumhuriyeti halkının ayrı ayrı sınıflardan oluşmadığı, fakat kişisel ve sosyal hayat için iş bölümü yapmış muhtelif meslek mensuplarından meydana gelmiş bir camia olduğu, belirtilmiştir. Türk çalışma camiasının küçük çiftçiler, küçük sanayi erbabı ve esnaf, amele ve işçi, serbest meslek erbabı, sanayi erbabı, büyük arazi ve iş sahipleri ve tüccarlardan oluştuğu; bunların her birinin çalışması, diğerinin ve bütünün dayanışmasını bozmayacak, sınıf mücadelesine yol açmayacak uyumlu bir şekilde yürütüleceği öngörülmüştür.
CHP’nin ana niteliklerini oluşturan bu ilkeler altıok olarak simgelenmiştir. 5 Şubat 1937’de yapılan bir anayasa değişikliği ile Devletin temel nitelikleri haline gelmişlerdir. Bu ilkeler bir bütün olarak o zamanki deyimiyle Kemalizmin bugünkü deyimiyle Atatürkçülüğün temelini oluştururlar.
Atatürk ilkeleri bir dogma veya doktrin değildir. Bu ilkeler Milli Mücadalenin başından itibaren yaşanan olaylar karşısında, duyulan ihtiyaçları karşılamak amacıyla uygulamaya konulan önlemlerdir. Bunlar ülkenin bir daha 1919’daki oluşuma düşmemesi, ve çağın bir ortağı olması için benimsenen ilkelerdir. Biri diğerini tamamlayan ve altısı birlikte bir bütün oluşturan bu ilkeleri kısaca görelim:
Cumhuriyetçilik: Parti programında, cumhuriyet yönetimi hâkimiyetin kaynağı olan milli egemenliğin en iyi temsil edildiği hükümet şekli olarak ifade edilmiştir. Nitekim Cumhuriyetle beraber, ilâhi hukuk nazariyesine dayanan Osmanlı nizamı, yerini halkın iradesine dayanan millî egemenliğe dayalı Cumhuriyet rejimine bırakmıştır. Esasen daha Millî Mücadele’nin ilk aylarında, Amasya Genelgesi, Erzurum ve Sivas Kongrelerini kararları ve 23 Nisan 1920’de Mustafa Kemal’in dört maddelik önerisinde ve nihayet 1921 Anayasasında hâkimiyetin milletin olduğu vurgulanmıştı. 29 Ekim 1923’te yapılan Anayasa değişikliği ile rejimin adı resmen konulmuştu. 1924 Anayasası ile de Cumhuriyet, rejimin değişmez ve değiştirilmez bir özelliği haline gelmiştir.
Atatürk’e göre, “demokrasi temsilinin en çağdaş ve mantiki tatbikini temin eden hükümet şekli Cumhuriyettir.” Cumhuriyet demek imkân demektir, fazilet demektir. Türk milletinin tabiat ve âdetlerine en uygun idare şeklidir.” 1929’da Cumhuriyet rejimine olan güvenini şöyle ifade eder: “Bu memleket yeni rejimi üzerinde dünyanın en makbul bir mevcudiyeti olacaktır.”
Cumhuriyetle beraber Türk halkı, yönetime geniş ölçüde katılma, ülkenin kaderi üzerinde söz sahibi olma ve iktidarı yönlendirme gücünü elde etmiştir.
Milliyetçilik: Milliyetçilik fikri,1789 Büyük Fransız İhtilâli ile dünyayı etkisi altına almıştır. Bir imparatorluk olan, çeşitli dinden ve ırktan olan toplulukları kapsayan Osmanlı Devleti’nde milliyetçilik ancak 1912-1913 Balkan Savaşlarından sonra etkili hale gelmiştir. Millî Mücadele boyunca birleştirici ve itici bir güç görevini üstlenmiştir. Cumhuriyetle beraber, millî sınırlar içinde devletin dayandığı temel değerlerden biri olmuştur.
İstilâcı emperyalist güçleri Mehmetçiğin süngüsü ile dize getiren, Türklük gururunu “Ne mutlu Türküm diyene” ve “Bir Türk dünyaya bedeldir.” deyimleriyle dile getiren “en büyük Türk Milliyetçisi” Atatürk’ün milliyetçilik görüşü, geniş açılı, birleştirici ve ortak kültür değerlerine dayalıdır. Nitekim Atatürk’ün gözetiminde yazılan Tarih IV’de “Türkiye Cumhuriyeti dahilinde Türk dili ile konuşan, Türk kültürü ile yetişen, Türk idealini benimseyen her fert”in Türk olduğu ifade edilmektedir423b. Bizzat Atatürk milleti şöyle tarif etmektedir. “Millet dil, kültür ve ideal birliği ile birbirine bağlı vatandaşların oluşturduğu siyasi ve sosyal bir heyettir.
Atatürk’ün benimsediği milliyetçilik, bencil ve şövenist değildir. Barışcı, insancıl ve başka milletlerin haklarına saygılıdır, laik dünya görüşüne sahiptir. Irkçılığa karşıdır. Millet gerçeğine dayalıdır, toplayıcı ve bütünleştiricidir.
Halkçılık:Halkçılığın temel ilkesi, halkın halk tarafından halk için yönetilmesidir. Mustafa Kemal Millî Mücadele’yi halka dayanarak yürütmüştü. Nitekim TBMM ‘nin açılmasından sonra yönetimde uygulanacak esasları kapsayan belgeye “Halkçılık Programı” adını vermişti. Zaferden sonra, 1924 Anayasası yapılırken 88. madde Türk halkının din ırk ayrımı olmadan Türk vatandaşı olduklarını öngörüyordu. 69. madde ise “Bütün Türkler yasalar karşısında eşittirler, zümre, sınıf aile ve kişisel ayrıcalıklar kaldırılmış ve yasaklanmıştır” hükmünü getirmekteydi. Böylece Türk vatandaşlarına sosyal, siyasal olaylarda eşitlik, adli alanda aynı suça aynı ceza verilmesi, herkesin gücü oranında vergi vermesi, memuriyetlerin herkese açık olması ve askerlik hizmetinde eşitlik sağlanmıştı. 1928 de Anayasaya din ve devlet işlerini ayıran laiklik ilkesinin konulmasıyla Müslüman olan vatandaşla, Müslüman olmayan vatandaş arasındaki eşitsizlik giderilmiş oldu.
Diğer taraftan 1934’de kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesiyle kadın erkek arasında siyasal haklar konusunda mevcut eşitsizlik kaldırıldı. 1931 kurultayında Partinin halkçılık esası, “Demokratlık hiç bir kişi ve zümreye milletin umumi hakları dışında imtiyaz tanımamak, sınıf mücadelesini kabul etmemek” olarak belirlenmiştir.
Esasen ülkeyi yöneten siyasi partiye verilen Cumhuriyet Halk Fırkası adı da, bu konudaki kararlılık ve hassasiyetin bir göstergesiydi.
Devletçilik: Devletçilik deyimi Türk politika hayatına 1930’lu yıllarda yerleşmiştir. Ekonomik atılımlar kısmında açıklandığı gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin iktisat politikası, İzmir İktisat Kongresi’nde ana çizgiler halinde ortaya çıkmıştır. Türkiye kalkınmasını öncelikle girişim seferberliği ile sağlamak istemiştir. Bu durum 1929/1930 Dünya Ekonomik Krizine kadar devam etmişti. Ülkede önemli sermaye birikimi olmaması, kredi kaynaklarının yetersizliği, teknolojik ve ticari bilgi ve deneyim azlığı, girişimcilik ruhunun zayıflığı, Lozan Antlaşması gereği 1929’a kadar gümrük korumasının yapılamaması gibi sebeplerle arzu edilen sonuca ulaşılamamıştır. 1929/30 krizi, tarıma dayalı Türk ekonomisinin dengelerini alt-üst etmiş Türkiye’yi yeni ekonomi çözümler aramaya mecbur etmiştir. Kriz bütün dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de devletin ekonomiye müdahalesine yol açmıştır. Kriz sonucunda Türk parasının değeri düşmüş, günlük ihtiyaç karşılayacak maddelerin ithalinde zorluklar çıkmıştır. Bu durumda Atatürk, hazır reçetelere kendini kaptırmadı. Türk halkının karakter ve inançlarına uygun, dış âlem ile ilişkileri kopartmayacak, özel mülkiyeti zedelemeyecek ve Türkiye’de gerçekleşmesini arzu ettiği çoğulcu siyasal sistem ile uyum halinde olacak bir modeli ılımlı devletçiliği tercih etti. Bu husus parti programında şu şekilde ifade edildi. “Ferdi mesai ve faaliyet esas tutulmakla beraber mümkün olduğu kadar az zamanda milleti refaha ve memleketi mamuriyete eriştirmek için milletin umumi ve yüksek menfaatlerinin icap ettirdiği işlerle bilhassa iktisadî sahada devleti fiilen alakadar etmek ve faal kılmak.
Devletin ekonomiyi yönlendirmesi için iki yol tercih konusuydu: 1. Devletin sanayi ve ekonomiyi merkezi bir plânlamayla toptan düzenlemesi, 2. Devletin fertlerin yapamayacağı işleri yapması yani özel girişim yanında, özel girişimin yapamayacağı işleri başaracak ve piyasa şartları içinde çalışacak devlet iktisadî teşekkülleri oluşturmak.
Atatürk her işinde oludğu gibi etraflıca düşündükten sonra ikinci modeli benimsedi. İlgili bahiste daha detaylı olarak açıklanacağı gibi bu yolla, beş yıllık bir plân çerçevesinde, ülkenin belli başlı ihtiyaç maddelerini sağlayacak bir sanayinin temeli atıldı.
Laiklik: Parti programında şöyle ifade edilmiştir:
“Parti devlet idaresinde bütün kanunların, nizamların ve usullerin, ilim ve fenlerin çağdaş medeniyete sağladığı esas ve şekillere ve dünya ihtiyaçlarına göre yapılmasını ve tatbik edilmesini prensip kabul etmiştir. Din telâkkisi vicdanî olduğundan, parti din fikirlerini devlet ve dünya işlerinden ve siyasetten ayrı tutmayı, milletimizin çağdaş ilerlemesinde başlıca başarı sebebi olarak görür.”
Bu hükümler, parti programında 1931’de yer almıştır. Aslında laiklikle ilgili uygulama, daha Cumhuriyet ilan edilmeden, 1 Kasım 1922’de Saltanatın kaldırılmasıyla başlamıştı. Saltanatın kaldırılması ile halifenin dünyevî yetkileri askıya alınmış oluyordu. 3 Mart 1924’te Hilâfet’in, kaldırılması Evkaf ve Şer’iyye Bakanlığının lağvedilmesi, Tevhid-i Tedrisat (Öğretimin Birleştirilmesi) Kanunu ile medreselerin kapatılması ve 30 Kasım 1925’te de tekke ve zaviyelerin faaliyetlerine son verilmesiyle din ve devlet işlerinin ayrılması yolunda ciddi adımlar atılmıştı 1926’da Medeni Kanunun, Mecelle’nin yerini almasıyla hukukun laikleşmesinin yolları açılmıştı. 1928’de Anayasa’daki “Devletin dini islâmdır” hükmü kaldırılmış ve 1937’de laiklik ilkesi, devletin temel niteliklerinden biri olarak Anayasa’da yerini almıştır. Öğretimin Birleştirilmesi Yasasının uygulanması sonucu, İmam Hatip Okullarının kapılarını kapatmaları, ders programlarından Arapça, Farsça’nın çıkarılması, Arap harfleri yerine Lâtin alfabesinin alınmasıyla eğitim tamamen laik bir zemine oturtulmuştu. Bu uygulamalarla din adamlarının devlet ve fikir hayatını yönlendirme yolları kapatılıyor, buna karşılık kendilerini özellikle dinî görevlerine vakfetmeleri yolları açılıyordu.
Atatürk 1924’de bu konuyu şöyle dile getirir:
“İslâm dinini asırlardan beri alışılageldiği veçhile bir siyaset vasıtası mevkiinden uzaklaştırmak ve yüceltmek gerekli olduğu gerçeğini görüyoruz. Mukaddes ve tanrısal inançlarımızı ve vicdani değerlerimizi, karanlık ve kararsız olan her türlü menfaat ve ihtiraslara görünüş sahnesi olan siyasiyattan ve siyasetin bütün kısımlarından bir an evvel ve kesin surette kurtarmak, milletin dünyevî ve uhrevî saadetinin emrettiği bir zarurettir. Ancak bu suretle islâm dinin yüksekliği belirir.” 1930’da da konuyu daha kararlı olarak vurgular: “Türkiye Cumhuriyeti’nin resmî dinî yoktur. Devlet işlerinde bütün kanunlar, nizamlar ilmin çağdaş medeniyete temin ettiği esas ve şekillere göre, dünya ihtiyaçlarına göre yapılır ve tatbik edilir. Din telakkisi vicdanî olduğundan, Cumhuriyet, din fikirlerini devlet ve dünya işlerinden ve siyasetten ayrı tutmayı milletimizin çağdaş ilerlemesinde başlıca muvaffakiyet etkeni görür”424a
Onun bu esaslar ışığında yürüttüğü inkilâplarla, skolastik düşüncenin yerini okul ve bilimin rehberliği almış, hür düşünceye vurulan zincirler kırılmış, akılcı yönetimin ve Türk Rönesansının kapıları açılmış, İslâm dini de politikadan arındırılarak, müminlerinin gönüllerindeki mevkide yüceltilmiştir. Bu niteliği ile laiklik Atatürk İnkılâplarının “kilit taşı” ve “olmazsa olmaz” özelliği taşıyan temel değerlerinden biridir.
İnkılapçılık: Bu ilke parti programında şu şekilde yer almıştır. “Parti, milletimizin bir çok fedakarlıklarla yaptığı inkılaplardan doğan ve gelişen prensiplere bağlı kalmayı ve onları savunmayı esas tutar.”
Atatürk’e göre inkılâp, “Türk milletini son asırlarda geri bırakmış olan müeseseleri yıkarak yerlerine, milletin en yüksek medenî icaplara göre ilerlemesini temin edecek yeni müesseseleri koymaktır.”
İnkilapçılığın iki yönlü işlevi vardır. Bunlardan birincisi devleti ve toplumu çağın gerisinde bırakmamak ve daima ilerisine taşımak, ikincisi de başarılmış olan inkılâpları korumak ve kollamaktır.
Günümüzde her şey bilime bağlı olarak gelişmekte ve değişmektedir. Dolayısıyla inkılâpların durağanlaşmaması çağın gerisinde kalmaması için, devamlı olarak dünyanın gidişine ayak uydurması gerekmektedir. Ancak bu yolla inkılâbın doğma haline gelmemesi ve sürekli olarak kendini ilim ve fennin rehberliğinde yenilemesi mümkündür. Diğer taraftan her yenilik bir takım tepkilere yol açmaktadır. İşte inkilapçılığın gerekçelerinden biri de bu gibi yıkıcı tepkilere karşı Cumhuriyet rejimini ve Genç Türkiye Cumhuriyetini korumaktır. Bu sebeble Atatürk Cumhuriyeti, İlkelerini, gereken görevin yapılacağı inancı ile Türk gençliğine emanet etmiştir. 424b
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder