B. Önceki Yeniliklerin Niteliği ve Başarısızlık Nedenleri
Bir zamanlar üç kıt’ada at oynatan Osmanlı Devleti 1683 İkinci Viyana kuşatmasından itibaren gerilemeye başlamış, 1774 Kaynarca antlaşmasından sonra da parçalanma sürecine girmişti. Daha duraklama döneminde gerilemeyi fark eden devlet adamlarının durumu değerlendirmeleri şöyledir: Başarısızlık Kanunî dönemi kurumlarının yozlaşmasından kaynaklanmaktadır. Çare, kurumları o zamanki hallerine dönüştürmektir. Bu nasıl yapılacaktır? Otorite yoluyla yapılacaktır. Genç Osman, Kuyucu Murat Paşa, IV Murat ve Köprülüler ıslahatı gibi. Ama 1718’lere gelindiğinde teşhiste değişiklik vardır. Özellikle savaş alanlarındaki çarpıcı yenilgiler, gerilemenin yalnız bizim kurumların bozulmasından değil, fakat Batı’nın özellikle harp araç, gereç ve yönetimi bakımından açık-seçik üstünlüğünden ileri geldiği anlaşılmıştır. Şu halde ne yapmak gerekir? Sorusu gündeme gelir. Verilen cevap şudur:
Batı askerî teknoloji açısından bizden üstün olduğuna göre, bu teknoloji alınmalıdır. Bu amaçla yabancı dönmelerden yararlanırlar. Bu teknolojiyi kullanmasını bilen “fen subayı” yetiştirmek maksadıyla askerî mühendislik okulları kurulur. Teknoloji haliyle bilimin verilerine dayandığından yenileşme hareketi millî eğitim alanına kayar. Çağdaş fenleri öğrenme mecburiyeti, yabancı dil öğrenimine kapı açar. Yabancı dil, öğrenenleri başka dünyalara yöneltir. 1826’da yeni atılımların köstekleyen Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra modern ordu kurulur. Bu ordunun ihtiyaçlarını karşılamak üzeri 1827’de askerî tıbbiye, 1834’te Harbiye kurulur, bu okullarda pozitif bilimler, yabancı dil (Tıbbiye’de öğretim dili uzun süre Fransızcaydı) öğrenilir. Objektif düşünen geniş ufuklu elemanlar yetiştirilir. İşte bu okullardan yetişenler yenileşmenin öncüleri olurlar.
1834’ten itibaren süreklilik kazanan yabancı ülkelerdeki elçilikler kanalıyla, Batı etkisi gittikçe artar, Tanzimatla beraber, kanun koyucu sürekli Meclisler oluşturulur. Askerî reformların başarısı için idarî hukukî ve iktisadî alanda yenilikleri gerçekleştirecek kurumlar kurulur. Batı’dan esinlenen yeni kanunlar yayınlanarak, çağın ihtiyaçlarına cevap aranır (Ticaret ve ceza kanunları gibi). Bu yasalara göre çalışan mahkemeler kurulur. Meslek memuru yetiştirmek için yeni okullar açılır, Darülmuallimin, (Öğretmen Okulu) Mülkiye gibi.
Bütün bu arayış ve uygulamalar, Batılaşabilmek için esas çarenin parlâmenter yönetim olduğu sonucunu doğurur. 1876’da anayasa yapılır ve parlamento açılır, fakat 1878’de kapatılır. Artık aydın kesim için parlâmenter yönetim 30 yıl süre ile her türlü meseleye çözüm getiren bir çare olarak benimsenir. 1908’de ordunun genç subaylarının ayaklanması ile anayasal rejim yürürlüğe girer. Bir süre alabildiğine bir serbestlik içinde ülkenin bütün sorunları her yönüyle tartışılır.
Çok kalın çizgilerle özetlediğimiz son kısımlarını Mustafa Kemal’in de yaşadığı bu iki yüz yıllık süre, ülkeyi hangi noktaya taşımıştır? Sonuçları nelerdir? 1918’de Osmanlı Devleti, Batı’dan esinlenmiş modern askerî ve sivil okulları, keza batıdan alınan bazı yasa ve bu yasalara göre çalışan yargı organlarını ve parlâmenter rejim özlemiyle artık kolayca geriye dönülmeyecek bir ölçüde Batıya yönelmiş bulunmaktaydı.
Ancak bu iki yüzyıllık sistemsiz birbirlerinden kopuk çabalar devlete kendini yenileyecek taze kanı sağlayamamıştır. Kurtarılmak istenen devlet, malî, iktisadî ve kültürel bakımdan çağa ayak uyduramamış, yapılan reformlar devletin bekasını sağlayamamış ve devlet 1918 Kasımında tarihten silinme, yok olma durumuna gelmiştir.
Acaba bu başarısızlığın nedeni ne idi? Hata nerede yapılmıştı? Bu sorular üzerinde düşünmek Atatürk’ün çağdaşlaşma metot ve özelliklerini anlamaya yardımcı olacaktır. Konu uzun açıklamaları gerektirmekle beraber, Atatürk ve çağdaşlaşma başlıklı makalemiz, esas alınarak kısaca özetlenecektir312b.
Başarısızlık sebepleri çeşitlidir:
1. Ülkenin jeopolitik konumu, sürekli savaşlar, Osmanlı’ya nefes almak, huzur içinde yenilik atılımları yapma imkânı vermemiştir. Türk halkı barışın nimetlerinden ancak Cumhuriyet döneminde yararlanmış, Atatürk inkılâplarını bu barış döneminde gerçekleştirmiştir.
2. Türklerin hoş görülü yönetimi dolayısıyla gayrı müslim tebaa kültürel kimliğini muhafaza ettiği gibi, devletin zayıfladığı dönemlerde millîyetçi rüzgarlara kapılmış, bu ayrılık hareketleri devleti sürekli meşgul etmiş, kaynaklarını kurutmuş, onun kendinî yenileme gayretlerini kösteklemiştir.
3. Osmanlı Devleti’nin kendini dış dünyadan soyutlaması, idareci elit tabakanın da dış dünyadan hem de halktan kopması nedeniyle, medeniyetle ilgili yaratıcı faaliyetler sınırlı bir tabakanın elinde kalmış ve öz kaynağından da kopmuştur. Bu elit tabaka da dış dünyaya kapılarını kapatınca, çağdışı bir duruma düşmüş dünyanın gidişine ayak uyduramamıştır.
4. Osmanlı devlet adamlarının reformlardaki başarısızlık nedenleri arasında, Batı medeniyetinin ana unsurlarını gerektiği gibi kavrayamamak, bu değerler arasındaki bağı isabetle tayin edememek işe nereden nasıl başlanacağını bilememek, muhakkak ki etken olmuştur. Aslında onlar devleti kurtarmak isterken, “hep sınırlı bir alanda ve patrimonyal bir yapı içinde” yenileşmeyi düşünmüşler, haliyle imparatorluğun bütünlüğünü korumak ve çeşitli din ırk ve kültürlere sahip toplulukları bir arada tutabilmek gayret ve endişesiyle hareket etmişlerdir. Bu sebeple sistemli ve köklü tedbirler alamamışlar, ancak “hasta adamı” ayakta tutacak dozda geleneksel yapıyı bozmayan sınırlı bir yapılaşmanın yeterli olacağı görüşüyle hareket etmişlerdir. Bundan dolayı “yapılmak istenen yenileşme, daima çok geç ve çok az dozda olmuştur”. Her reformcu devlet adamı, genellikle kendi ölçüleri içinde Batıdan bir şeyler almaya gayret etmiş, fakat “alınanlar daima sınırlı olduğundan yapılanlar hep yetersiz kalmış, neyin ne kadar ve nasıl alınacağı, özellikle neyin alınıp neyin bırakılacağı” tartışması Atatürk’e kadar sürekli devam etmiştir. Bu arada yapılan yeniliklerle, toplumda zamanla bir kültür ve müssese ikileşmesi ve hatta çatışması ortaya çıkmıştır. Böylece ne eskiyi muhafaza ve ne de yenileri tam anlamıyla benimsemek mümkün olmamıştır.
5. Diğer taraftan Batının erişilmez gibi görünen ezici üstünlüğü, Türk insanının da güçsüzlük çaresizlik ve eziklik duyguları, devlet adamlarında da bir aşağılık kompleksi yaratarak, onların meseleye doğru teşhis koymalarını ve kendilerine güven duymalarını engellemiştir.
Netice olarak geleneksel sosyal ve siyasal yapıyı koruyarak, sınırlı alıntılarla, devlet ve toplum yapısını değiştirmenin ve devleti kurtarmanın mümkün olmadığı ortaya çıkmıştır. Atatürk, bu durumu 1924’te şöyle ifade eder: “Hayat ve yaşayışa hakim olan kanunların zamanla değişmesi, gelişmesi ve yenilenmesi zaruridir. Medeniyetin buluşları, tekniğin harikaları cihanı değişmeden değişmeye uğrattığı bir devirde, asırlık köhne zihniyetlerle geçmişe bağlılıkla, devletin varlığını korumak mümkün değildir.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder