3. Şeyh Sait Ayaklanmasının Bastırılması ve Sonuçları
Ankara’da bu tartışmalar yaşanırken asiler Diyarbakır kapılarına dayanmışlar, hatta şehrin içine de girmişler ve çıkarılmışlardı.
Bu arada seferber olan askerî kuvvetler isyan mıntıkasında toplanmaya başladılar. 26 Martta ordu birlikleri harekete geçtiler. Asileri her taraftan kuşatacak ve özellikle İran yönünü kapatacak bir strateji uygulandı. Bu safhada halk asilere katılmak yerine, onların yolunu kesmeye, güvenlik güçlerine yardıma başladı. Askerî birlikler Piran, Hani, Palu, Çabakçur, Darahani’yi ele geçirdiler. Asilerin bazıları Irak’a sığındı. İran’a sığınmak için Muş’a yönelen Şeyh Sait, halkında hükümet kuvvetleri ile birlik olmasıyla, 15 Nisan’da başlıca yardımcıları da dahil olmak üzere, yakalandı. İstiklâl Mahkemesinde yargılanan Şeyh Sait ve yardımcılarından 47 kişi idama mahkûm oldular. 29 Haziran 1925’te kararlar uygulandı. Seyit Abdülkadir grubu ise, daha önce yargılanmış ve karar 23 Mayıs’ta infaz edilmişti.
İsyan bastırıldıktan sonra, benzer olayları önlemek için doğudaki bir kısım şeyh ve ağalar batıya nakledilip ikamete mecbur edildiler.
Hükümet seferber edilen kıt’aları yerlerine iade etmek kararı aldı. Üçüncü Ordu Müfettişi Kâzım (İNANÇ) Paşa, askerî önlemlerin devamında ısrar edince, görevden alındı ve yerine İzzettin (ÇALIŞLAR) Paşa gönderildi. Savaştan çıkalı henüz iki yıl olmuştu. Silâh altına alınanları seferî durumda tutmanın psikolojik ve malî sakıncaları olduğu gibi, siyasî sakıncaları da vardı. Dış dünyaya karşı, ülkenin ancak büyük askerî önlemlerle ayakta durduğu gibi yanlış bir görüntü vermemek gerekiyordu347.
Şeyh Sait ayaklanmasının diğer bir sonucu da basına karşı alınan önlemler oldu. Şeyh yargılanması sırasında, ayaklanmanın sebepleri arasında, bazı gazetelerin kışkırtıcı yazılarından etkilendiğini ileri sürmüştü. Zaten hükümet daha 6 Mart 1925’te altı gazeteyi Takrir-i Sükûn yasasına dayanarak Bakanlar Kurulu kararıyla kapatmıştı. Daha sonraki günlerde sorumlu tutulan gazeteciler Elazığ’a gönderilerek İstiklâl Mahkemesinde yargılandılar. Gazi’nin araya girmesiyle gazeteciler beraat ettiler. Fakat gazeteleri kapatıldı. Ankara İstiklâl Mahkemesinde yargılanan Hüseyin Cahit (YALÇIN) ömür boyu sürgün cezasına çarptırıldı348.
Doğudaki isyanın sonuçlarından biri de TCF’nın kapatılması oldu. Daha önce belirtildiği gibi, TCF’nın en çok eleştirilen yanı, partinin “efkâr ve ikikad-ı dinîyeye riayetkârız” sloganıydı. Partinin kurucuları dinî istismarla bunun ilgisi olmadığını söylemekteydiler. Ancak ülkedeki inkılâp aleyhtarları için, bu son derece çekici bir durum yaratıyordu. Bu durumdan rahatsız olan CHP’nin üst kademeleri, Başbakan Fethi Bey aracılığı ile TCF yöneticilerine, irtica tehlikesi karşısında partinin kendi kendisini kapatmasını istemişler, fakat ret cevabı almışlardı (25 Şubat). Yakalanan asilerin yargılanmaları sırasında mahkeme TCF’nın dinî propaganda ve kışkırtmalarla ilgili görerek partinin kapatılmasına karar verdi (3 Haziran 1925).
Olaylar sırasında Gazi’nin Başbakanı olan İsmet Paşa TCF yöneticilerinin tutumunu şöyle değerlendirmektedir: “TCF’nın programında bulunan fırka, efkâr ve itikadat-ı dinîyeye hürmetkârdır sözü büyük reformlar ve inkılâplar yoluna girmiş olan Atatürk idaresi ve Halk Partisi iktidarına karşı muhafazakâr bir zihniyetin ifadesi gibi görünüyordu. Halbuki memleket, o günlerde irtica tahriklerine karşı her zamandan fazla hassas bulunuyordu... Fikirler çok karışık bir haldeydi. Her vesile ile, herkes her şeye hücum ediyordu. Şeriat isteği yaygın bir şekildeydi. Şimdi hâdiseleri zamanın şartları içinde değerlendirince, şu gerçek ortaya çıkıyor. Asıl niyeti ve istidadı, geçmiş hizmeti ne kadar iyi ve şayan-ı hürmet olsa da böyle bir merhaleyi geçerken tutumu ve tesiri yapıcı olmazsa, bir felâkete sebep olmak muhakkaktır. O felâketi önlemek sorumlu adamın ilk vazifesidir. TCF erkânı reformcu kimselerdi, ama Osmanlı reformcusu idiler. Ben dahil hiç birimiz, reformculukta Atatürk metotlarını daha evvel görmüş, düşünmüş, benimsemiş değiliz. Atatürk metotları meydana çıkınca, ben sükûnetle vaziyeti mütalâa ederek halin ve zamanın tedbirleridir diye düşünmüşümdür. Atatürk’le konuşmalarımızda, yapılabilirse bu şimdi yapılır, dediği zaman benim inanmam, ötekilerin korkması... Farkımız bundan geliyor. Halbuki zaman da farklıydı, Atatürk ile aralarındaki ölçüler de farklıydı. Beraber bulundukları bir işten çıkıp, dışında kalarak, onun cereyan tarzını takip etmeye istidatları zayıftı. Terakkiperver fırkayı teşkil ettiler. Kendilerini bu yola sevkeden ve sonra ihtilâfa vardıran endişeyi söyle izah ediyorlardı: Cumhuriyetin ilânını bize sormadan, danışmadan yaptınız, aceleye getirdinîz. Olmaz! Birçok reformlar yapacaksınız, rejimi hangi istikametlere götüreceksiniz, bilmiyoruz. Birçok reformlar yapacaksınız, ıslahat yapacaksınız, ama bunların hepsini bir günde, üç senede, beş senede yapmak şart mıdır?
Bu mütalâalar, bu endişeler, kimisinde acele etmemekten, ihtiyatlı olmaktan, kimisinde başka sebeplerden, hülasa özduygularından ileri geliyordu. Hani beraberdik diyorlardı. Evet, beraber olduğumuz zamanlar icraatı beraber yaptık. Şimdi beraber olmadığımız zaman geldi, ayrı yapıyoruz” 349.
İnönü’nün Terakkiperver Fırkanın din sömürüsü konusundaki değerlendirmesi de açık ve nettir. “Terakkiperver fırkanın kuruluşu zamanında, memlekette bize karşı belirli ve körüklenmiş olan dinî hissiyattan bilerek istifâde etmek maksadı vardır. Şimdi bu, bence, onların bu niyette oldukları manasını taşımaz. Değillerdir. Ama siyasete girmişlerdir, muhalefet yapacaklardır ve rakiplerine karşı din unsurunu kullanmayı faydalı görmüşlerdir. Vaktiyle beraberken, şimdi karşı karşıya gelince tabiatıyla her fikir kendisini yürütmek, tesirli olmak için, teşekkül etrafında faal olarak çalışacak bir topluluk taraftar kitle bulundurmak ihtiyacındadır. Bu ihtiyacı sağlamak için vasıtaların kullanılması önemlidir. Siyaset mücadelesine girmiş olanlar, bu çeşit külfetsiz vasıtalar kullanmaya kalkarlarsa, mücadele elbette ölçüsüz olmaktadır, ölçüsüz olmuştur...
Siyaset ayrılığının vücuda getirdiği neticeler, fikir ayrılığından, reformların tabiatından ve reformları tatbikteki metot farkından, buna ayak uydurmak, hazmetmek istidadının zayıflığından olmuştur.”
Aslında olayları objektif olarak değerlendirmek için o günün şartları içinde değerlendirmek gerekir. Takrir-i sükûn kanununun yürürlüğe girmesinden itibaren geriye bakılınca manzara şöyledir: Altı yüz yıllık saltanatın kaldırılmasından beri geçen zaman, iki yıl dört aydır. Cumhuriyet’in ilânından bu yana ancak bir yıl dört ay geçmiştir. Hilâfetin ilgası, Şer’iyye ve Evkâf Vekâletlerinin kaldırılmasından, öğretimin birleştirilmesinden beri de ancak bir yıllık bir süre geçmişti. Ülkenin doğusunda sorunlu bir bölgede silâhlı ve genişleme istidadı gösteren bir ayaklanma başlamıştı. Bölgenin güneyinde, henüz çözümlenmemiş Musul meselesi dolayısıyla, gergin ilişkiler içinde bulunulan Irak’da, İngiliz yönetimi vardı. Keza güneyde Suriye’de Fransız yönetimi mevcuttu. Batıda Yunanistan ile savaş sonrası pürüzlü konular henüz tam çözümlenememişti. Onikiada Rodos ve Meis’e yerleşen İtalya, Mussolini yönetiminde, İngilizlerle işbirliği halinde, güney batı Anadolu ile ilgili hesaplar içindeydi. Lausanne’ı imzalayan devletler, Türkiye’deki rejimin geleceğinin ne olacağı beklentisi içindeydiler. İnönü bu durumu şöyle ifade etmektedir: “Bütün bu şartlar içinde Takrir-i Sükûn Kanunu ve İstiklâl Mahkemeleri gibi radikal tedbirlere müracaat etmeden cumhuriyeti yeni rejimi korumak mümkün müdür?”350. Bu soruya o günün şartları içinde olumlu cevap vermek elbette mümkün değildir.
İsyan ve inkılâp hareketlerine karşı alınacak önlemlere yasal dayanak için çıkarılmış olan Takrir-i Sükûn Kanunu, inkılâp temposunun hızlandırılması içinde son derece yararlı oldu. Gazi M. Kemal, bu yasanın varlığından da yararlanarak, Türk toplumunu çağdaş medeniyetin bir ortağı yapmak ve bu suretle devletin bekasını, milletin güvenlik ve huzur ve refahını sağlamak maksadıyla gerekli gördüğü atılımları, büyük bir enerji ve azimle yürütmeye devam etti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder