D. Toplum Hayatında Büyük Değişiklik: Çağdaş Hukukun
Benimsenmesi ve Sonuçları
1. Eski Hukuk Düzeni
Türkler Müslüman olmalarından itibaren bin yıldan beri islâm hukuku çerçevesinde ilişkilerini yürütmekteydiler. İslâm hukukunun temel ilkeleri Kur’an’a, sünnete, icma-ı ümmet ve kıyas-ı fukahaya dayanmaktadır. Dolayısıyla İslâmda devletin koyacağı kurallar bu ilkelere aykırı olamazdı. Özetle hukukun kaynağı şeriattır. Ancak İslâmda zaman içinde mezhepler oluşmuştu. Bunlar arasında dinî inanış açısından bir ayrılık olmamakla beraber, günlük olaylara uygulanacak kurallar açısından farklılıklar vardı.
Osmanlı İmparatorluğu halkı çeşitli din, mezhep ve ırka mensup insanlardan oluşmuştu. Halkın önemli bir kısmı Müslüman değildi.
Müslüman olmayan halkın kendi dinî kuralları uygulanmaktaydı. Hıristiyanlar, mezheplerine göre kendi kiliselerinde, Musevilerde havralarında doğum, ölüm, evlenme, boşanma ve miras işlerini çözümlemekteydiler. Gayrı müslim tebaa arasında da hukuk birliği yoktu.
Müslüman nüfusun büyük kısmı Sünnî mezhepleri benimsemişlerdi. Günlük hayatın uygulamalarında bunlar arasında da farklar olduğu gibi, ayrıca önemli bir Şiî topluluğu da mevcuttu. Bunlarda Şiî fıkhına göre ilişkilerini yürütmekteydiler.
Şeriatın cevap vermediği konularda, hükümdar kanun koymak suretiyle bu boşluğu doldurmaktaydı. Bunlara örfi kanunlar denilmekteydi. Bunların da şeriata uygun olmaları gerekmekteydi.
Özetle Osmanlı Devleti’nin hem Müslüman ve hem de Müslüman olmayan vatandaşları arasında bir hukuk birliği yoktu.
İslâm’da X. yüzyıldan sonra içtihat kapısı kapandığından, İslâm Hukuku dondurulmuş duruma geldiğinden zamanın ihtiyaçlarına cevap veremez hale gelmişti. Dolayısıyla Tanzimat döneminde Batı kaynaklı yasalarla bu boşluk kapatılmaya çalışıldı. 1850’de Fransız Ticaret Kanunu tercüme edilerek yürürlüğe konuldu. 1858’de Fransız Ceza Kanununun tercümesiyle oluşan Ceza Kanunu, 1861’de aynı yolla düzenlenen Ticaret Usul Kanunu, 1863’de Deniz Ticaret Kanunu, 1879’da da Hukuk ve Ceza Muhakemeleri Kanunları uygulanmaya başlandı.
Bu durumda Batı’dan alınan yasalara göre çalışan Nizamiye mahkemeleri kuruldu. Haliyle şeriat mahkemeleri de faaliyetlerine devam etmekteydiler.
Bu gelişmeler ışığında özel hukuk alanında düzenlemeler gündeme geldi. İki görüş ileri sürüldü. Âli Paşa Fransız Medeni Kanununun örnek alınmasını istemekteydi. Cevdet Paşa’ya göre de Osmanlı Devleti’nin İslâmî bir devlet olması sebebiyle, onun medenî hukukunun İslâm hukukuna dayanması gerekmekteydi. Neticede onun hazırladığı medenî kanun hükmündeki Mecelle kabul edilerek yürürlüğe konuldu (1876).
Sonuç olarak devlette iki türlü hukuk ve iki türlü mahkeme faaliyet halindeydi.
Ayrıca yabancılar kapitülâsyonlar gereği, özel mahkemelerde yargılanmakta idiler.
Gayri müslim tebaa da kendi dinî kurallarına göre işlem görmekteydi.
2. Niçin Batı Hukuku?
Ülkede hukuk birliğinin olmaması, görev ve yetki çatışmalarına adaletin gecikmesine, devletin etkisinin azalmasına yol açıyordu.
İslâm hukukunun şeriata dayanması ve çağın ihtiyaçları karşısında yetersiz kalması dolayısıyla, millî egemenliğe dayanan çağdaş ve laik bir devlet yönetimini amaçlayan Cumhuriyet idaresiyle bağdaşması mümkün değildi.
Dolayısıyla Gazi bu konuya daha Millî Mücadele döneminde dikkatle eğilmiştir. 1 Mart 1922’de BMM’nin üçüncü toplantı yılını açarken adliye alanında uygulanacak siyasetin amacını şöyle açıklar: “... Gaye ilk önce halkı yormaksızın, süratle, isabetle, güven içinde adaleti tevzi etmektir. İkinci olarak toplumumuzun bütün dünya ile ilişkisi tabiî ve zorunludur. Bunun için adalet düzeyimizi bütün medeni toplumların adaleti düzeyinde bulundurmak mecburiyetindeyiz... Dünyada mevcut bütün medenî devletlerin medenî kanunları hemen birbirinin pek yakınıdır... Dolayısıyla bizim hukukî mevzuatımızın bütün medeni devletlerin kanunî mevzuatından eksik olması caiz değildir” 358.
Gazi aynı konuşmada tam istiklâl deyimine adlî istiklâlinde dahil olduğunu belirterek, adaleti tevzi görevine, dışardan bir müdahalenin asla kabul edilmeyeceğini belirtmiş ve mahkemeleri vasıflı hâkimlerle donatmak için bir Hukuk Fakültesi açılacağını hatırlatmıştır.
1 Mart 1924’deki açış nutkunda da milletin ilân edilmiş bulunan Cumhuriyeti her türlü saldırıdan sonsuza kadar koruyacak tedbirlerin alınmasını istediğini, hükümetin asrî ve medenî idarenin bütün icaplarını basit ve çabuk bir şekilde gerçekleştirmesi gerektiğini vurgular. Adlî mevzuat konusunda ise, adlî kanunların ve teşkilâtın asrın gereklerine uymayan kayıtlardan kurtarılacağını, medeni hukukta takip edilecek yolun ancak medeniyet yolu olduğuna, hukukta idare-i maslahat ve hurafeliğe bağlı kalmanın milletleri uyanmaktan alıkoyan en ağır bir kâbus olduğunu belirtir ve sözünü “Türk milleti üzerinde kâbus bulunduramaz” sözleri ile noktalar359.
1 Kasım 1925’deki konuşmasında da, Cumhuriyet adliyesi mensuplarının bilimsel yeterlilik ve Cumhuriyet idealine sahip olmaları için sarf edilen gayreti över ve toplum hayatını yeni baştan düzenleyecek kanunların çağdaş medeniyet kanunları olacağını vurgular360.
Bu arada Lozan imzalanmış kapitülâsyonlar kaldırılmış, Türk adliyesinin tam bağımsızlığı sağlanmış, adliye mevzuatının modernize edileceği kaydedilmiştir. Bu gelişmeye paralel olarak Adliye Bakanlığı yürürlükte olan kanunların elden geçirilmesi ve değiştirilmesi için bir kaç komisyon kurar. Komisyonlar 1924’de yeniden oluşur. Yapılan çalışmalar doyurucu bulunmaz. Adalet Bakanı Mahmut Esat, 1925’te komisyonun görevlerine şu ifade ile son verir: “Türk ihtilâlinin kararı, Batı medeniyetini kayıtsız şartsız kendisine mal etmek benimsemektir. Bu karar o kadar kesin bir azme dayanmaktadır ki, önüne çıkacaklar, demirle ateşte yok edilmeye mahkumdurlar. Bu prensip bakımından, kanunlarımızı olduğu gibi, Batı’dan almak zorundayız” 361.
Aynı yıl 5 Kasım’da Hukuk Fakültesi açılır. Bu Fakülte yeni hukukun gerektirdiği elemanları yetiştirecektir. Gazi, Fakültenin açılışında heyecanlanır. “Tamamen yeni kanunlar meydana getirerek eski hukuk esaslarını kökünden kaldırmak teşebbüsündeyiz. Yeni Hukuk esaslarını alfabesinden tahsile başlayacak bir yeni hukuk neslini yetiştirmek için bu müesseseleri açıyoruz” dedikten sonra, “Cumhuriyetin teminatı olacak bu büyük müessesenin açılışında hissettiği saadeti hiç bir teşebbüste duymadığını” dile getirir 362.
Özetle, Atatürk’ün amaç edindiği çağdaş medeniyet düzeyinin üstüne çıkmak, Türk İnkılâbı’nın hukukî dayanak ve alt yapısını oluşturmak, ülkede hukuk birlik ve bütünlüğünü sağlamak, kaynağını şeriatten alan yasalar yerine, kaynağını millî egemenlikten alan yasalar getirmek amacıyla Batı hukuku benimsenmiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder