GİRİŞ
Türk tarihine yeni bir yön, Türkiye Cumhuriyeti’ne hayat veren, ruh veren Atatürk’ün hayatını, yarattığı eseri incelemeye başlarken, Onun eserini doğru algılamak için, içinde yaşadığı toplumun, yasalarına tâbi olacağı devletin, etkisinde kalacağı dünyanın durumunu kalın çizgiler halinde de olsa hatırlamak gerekir.
Atatürk’ün fikirlerinin oluştuğu 19. Yüzyılın son ve 20. Yüzyılın ilk yıllarında Osmanlı Devleti siyasal, sosyal ve ekonomik yapı itibariyle tamamen çağ dışında kalmış parçalanma sürecine girmiş bir durumdadır. Özellikle 1877-78 Osmanlı - Rus savaşından sonra, Berlin Kongresinde büyük toprak kaybına uğramış, ağır bir savaş tazminatı ödemeyi kabul etmiştir. Devletin başında bulunan II. Abdülhamit imparatorluğu parçalanmaktan kurtarmak gerekçesiyle, sıkı bir baskı rejimi uygulamaktaydı. Gerçi 1876’da Kanun-u Esasî ilan edilerek Meşrutiyet rejimi yürürlüğe konulmuştur. Ancak padişah yenilgenin gerekçesini parlâmento’ya yükleyerek, Kanun-u Esasiyi yürürlükten kaldırmıştı (Mart 1977). Bundan sonra Osmanlı aydınları için Anayasalı rejim her derde deva bir çözüm şekli, erişilmesi hedef alınan bir ülkü olarak algılanmıştır.
Padişah, hem devlet başkanı, hem de sünnî Müslümanların dinî lideridir. Halife sıfatını haizdir. Dolayısıyla devlet laik bir devlet değildir. 1718’lerden beri devam eden ıslahat ve yenileşme gayretlerine rağmen, dünya işleri, şeriat hükümlerinin güdümünden kurtarılamamış, bütün çabalara rağmen, çağın gereklerine uygun siyasî, sosyal ve kültürel bir yapı oluşturulamamıştır.
Osmanlı Devleti’nin sanayiinin büyük kısmı, insan ve hayvan gücüne, el emeğine dayalıdır. Modern teknoloji ve bilgiden yoksundur. Dışa bağımlıdır. Üretim sınırlı, maliyetler pahalı, üretim rekabet gücüne sahip değildir. Dolayısıyla ülke yabancı kaynaklı mamüller için cazip bir pazar konumundadır. Bunun bir dereceye kadar düzeltilmesi, gümrük duvarlarını yükselterek koruyucu önlemler almakla mümkündür. Ancak büyük devletlerin sıkı bir şekilde kararlılıkla uyguladıkları kapitülâsyonlar, devletin elini kolunu bağlamıştır.
Osmanlı Devleti malî bakımdan da ülkesinin gelir kaynaklarına gereği gibi sahip değildir. Çünkü devlet ağır bir borç yükünün altında ezilmektedir. Borçlarını ödiyemez müflis bir hale düştüğü için, ülke gelirlerinin önemli bir kısmı, 1882’den beri “Duyun-u Umumiye” adını taşıyan âdeta devlet içinde devlet gibi davranan, milletlerarası bir teşkilât tarafından yutulmaktadır.
Ticarî hayat hemen hemen tamamen Hristiyan azınlıklar ve yabancı uyrukluların elinde bulunmaktadır. Ülkenin kaymağını yiyen azınlıklar, yabancı devletlerin etkin koruyuculuğundan da yararlanmaktaydılar.
Esasen Osmanlı Devleti, tam bağımsızlığın vaz geçilmez koşullarından biri olan yargı hakkını ülkesinde herkese uygulamak gücüne sahip değildi. Yabancılarla ilgili konular konsolosluk mahkemelerinin faaliyet alanına girmekteydi. Ülkede adlî alanda bütünlük yoktu. Bir tarafta şer’iye mahkemeleri şeriata dayalı olarak çalışırken, diğer tarafta Batı’dan alınan yasaları uygulayan nizâmiye mahkemeleri faaliyetteydiler.
İnsanlar yaşantı itibariyle kaderlerine razı, kanaatkâr ve tamamen içe dönük bir yaşam biçimi içindedir. Toplumun yarısını oluşturan kadınlar, özellikle kentlerde sosyal, kültürel ve ekonomik hayatın dışında tutulmaktadırlar. Evlenme ve boşanma bütünüyle erkeğin iradesine bırakılmıştır. Genel olarak toplum yapısı sosyal hareketlilikten yoksundur. Ulaşım yolları ve araçları yetersizdir. Nüfusun büyük çoğunluğu kırsal kesimde toplanmıştır.
Eğitim bakımından da ülkede bir bütünlük yoktur. Bir tarafta yıllardan beri dinî ağırlıklı geleneksel eğitim veren medreseler öğretim yapmakta, diğer tarafta da adetleri artmakta olan ve modern öğretim vermeğe çalışan okullar vardır. Bunların yetiştirdikleri insanların değer yargıları, dünya görüşleri birbirinden farklıdır. Ayrıca modern eğitim yapan azınlık okulları ve kapitülâsyan hükümleri çerçevesinde âdeta devlet denetiminden bağımsız, çeşitli yabancı okullar vardır. Bunlar da ait oldukları kesimin amaçlarına uygun daha değişik amaçlı insanlar yetiştirmekteydiler. Ülkenin insanları arasında ne kültür birliği, ne de ülkü birliği vardır. Ülkenin Millî Eğitimi uyumsuz bir mozayiği andırmaktadır.
Bu kısa bilgilerden anlaşılacağı gibi, Osmanlı Devleti kağıt üzerinde her ne kadar bağımsız görünüyorsa da aslında maliye, ekonomi, milli eğitim ve adliye alanlarında egemenlik haklarını tam olarak kullanamamaktaydı. Dolayısıyla yarı sömürge özellikleri taşımaktaydı. Varlığını ancak büyük devletler arasındaki rekabetten yararlanarak sürdürme gayreti içindeydi.
Bir zamanların üç kıt’aya yayılan süper devleti Osmanlı İmapartorluğu çöküntüye girerken Avrupa, daha geniş deyimiyle Batı, gücünün doruğuna ulaşmıştır. Orta çağ boyunca skolastik düşüncenin baskısı altında bunalan Batı nasıl bu konuma gelebilmiştir? Osmanlı’nın çöküşünü daha iyi anlayabilmek, Atatürk İnkılâplarının nedenlerini doğru algılayabilmek için bunları genel çizgiler halinde hatırlamak yararlı olacaktır.
Batı’nın Greko-Romen ve Hristiyan eksenli birliği, 476’da Batı Romanın yıkılmasıyla bozulmuş, Batı çağa egemen olan kilisenin yönlendirdiği skolastik düşüncenin esiri olarak ortaçağın zifiri karanlığına gömülmüştür. Buna karşılık ortaçağda medeniyet meş’alesi İslâm aleminde tutuşmuştur. Müslümanlar bu Greko-Romen kaynaklı medeniyete yeni unsurlar katarak orjinal bir medeniyet yaratmışlardır. Zamanının hakim medeniyeti haline gelen bu değer, Haçlı seferleri dolayısıyla meydana gelen temaslarla, Sicilya İspanya yoluyla Avrupa’yı etkisi altına almıştır. Bu temasların sonucunda Avrupa’da kaynağa yönelme hareketleri başlamıştır. Buna bilindiği gibi, “Rönesans (yeniden doğuş)” adı verilmektedir. Bu yeni akım hümanizm alanında ve güzel sanatların her dalında özgün eserler vermiş, düşünce ve sanat alanında yeni fikirler ve görüşler getirmiştir. Hümanizm ve Rönesans ile fikir ve düşünce özgürlüğü, Reform hareketi ile vicdan özgürlüğü gerçekleşme yoluna girmiştir. Böylece hür düşünce ve bilim zihniyeti, kilisenin hükümlerine dayalı skolastik düşünce zincirini kırmıştır. Oluşan serbest ortamda, sanat ve bilimde büyük aşamalar elde edilmiştir. 1450’lerde kullanılmaya başlanılan matbaa, bilimi varlık sahiplerinin ayrıcalığı olmaktan çıkarmış, bilimi geniş kitlelere ulaştırmış ona geniş alanda yeni yeni katkılar yapılmasını sağlamıştır. Baskılardan kurtulan insan kafası, rasyonel düşünceyi kılavuz edinerek, bilimde gözlem ve deneye dayalı yeni metodlar ortaya koymuştur. Bu metodların uygulanması ve özellikle rasyonel düşüncenin temelini oluşturan “bilimsel düşünce ortamı”, “bilim zihniyeti”, bilimi insanlığın doruğuna yerleştirmiştir. Bilimin verilerinin pratiğe uygulanması teknoloji yaratmıştır. Sonuçta kas ve rüzgâr gücünün yerini makinaların alması, Avrupalıyı tabiata hakim duruma getirdiği gibi, onun ekonomik refahını ve diğer toplumlar üzerindeki ezici üstünlüğünü sağlamıştır. Bunlara ilâve olarak coğrafi keşifler sonucunda Amerika ve Ümit Burnu yolunun bulunması, Akdeniz ve Ortadoğu ülkelerine öldürücü bir darbe indirmiştir. O zamana kadar iktisadî hayatın can damarı olan karayolları önemlerini kaybetmişler, ticaret karalardan denizlere yönelmiş, Akdeniz limanlarının yerini Atlantik limanları almıştır. Dolayısıyla Batı Avrupa ülkeleri dünyanın en zengin ülkeleri haline gelmiştir. Bu zenginliğe paralel olarak büyüyen ticarî kazanç sonucunda oluşan varlıklı, fakat siyasî haklardan yoksun burjuvazi tabakasının önayak olmasıyla 1789’da patlak veren Fransız İhtilâli, “ilâhi hukuk nazariyesini” yıkmış, onun yerine, “temel insan hakları” ve “özgürlüğün kutsallığı” fikri, medenî âlemce gittikçe benimsenen bir değer halini almıştır.
Atatürk’ün dünyaya gözlerini açtığı ve ilk gençlik yıllarını geçirdiği dönemlerde, Batı bilimsel ve teknolojik açılardan olağanüstü gelişme halindeydi. Özellikle 19. yüyyılın ikinci yarısından itibaren bilim ve teknoloji alanında hızlı atılımlarla dünyanın çehresi değişmeye başlamıştı. İnsan gücünün yerini, yeni enerji kaynaklarının alması (maden kömürü, buhar, elektrik, daha sonra petrol gibi) sanayide fabrikasyon üretimini getirmiştir. İçten yanmalı motorun bulunmasıyla otomobil ve uçak imalatına yol açılmıştır. Lokomotifin icadıyla demiryolları gittikçe yayılmaya başlamış, buharlı gemiler deniz ulaşımına yeni ufuklar açmıştı. Yeni haberleşme imkânları (telgraf, telefon gibi), iletişimi çabuklaştırmıştır. Ulaşım kolaylıkları tüketimi kolaylaştırmıştır. Fabrikasyon üretim yeni pazarları gerektirmiş, bunun sonucunda güçlü bir sömürgecilik politikası gelişmiştir. Sanayi devrimine ayak uyduramayan devletlerin el emeğine dayalı yerli sanayii, çökme durumuna girmiştir. Dolayısıyla bu gelişmeyi yakalıyamayan milletler önce ekonomik, sonra da politik anlamda, sanayii gelişmiş ülkelere dolaylı veya dolaysız bağımlı hale gelmişlerdir.
Osmanlı Devleti 19. yüzyılın sonlarına doğru, daha önce özetlendiği gibi, teokratik devlet yapısı, sosyal ve ekonomik yapısı itibarıyla artık çağ dışı kalmış, yarı sömürge bir devlet konumundaydı.
Gençliğinden beri devamlı öğrenme gayreti içinde bulunan, sezgisi çok güçlü bir gözlemci olan Atatürk, Batı’nın ezici üstünlüğünün nedenlerini hayatı boyunca sorgulamış, devleti kurtarma senaryoları hep kafasını meşgul etmiştir. O güç sahibi olduktan sonra her şeyden önce tam bağımsızlığı hedef almıştır. Çünkü millî sınırları içinde egemenlik haklarını tam kullanamayan bir ulusun kendini bağlayan zincirlerden kurtulması mümkün değildi. Bunu sağladıktan sonra, millî bir taban üzerinde, din ve devletin kesin çizgilerle ayrılmasına dayanan bir yönetim şekliyle, akıl ve bilimi rehber edinen bir anlayışla, Batıya rağmen, Türk toplumunu Batı’ya, çağdaşlaşmaya yönlendirmiştir.
Araştırmanın amacı, Milli Bağımsızlık ve Çağdaşlaşma Önderinin bu olağanüstü, âdeta inanılmaz hayat hikâyesini, Yeni Türkiye’nin kronolojik oluşum çizgileri içinde, objektif olarak dile getirmektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder